İsrail revizyonizmine karşı kurumsal caydırıcılık: Türkiye, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan Askeri Paktı

İsrail ancak caydırıcı bir güç dengesiyle sınırlandırılabilir; bu denge, bölge güvenlik yapısında köklü bir revizyonla zorunlu olarak sağlanmalıdır.

Analiz 30 Ekim 2025
İsrail revizyonizmine karşı kurumsal caydırıcılık: Türkiye, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan Askeri Paktı

Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Doç. Dr. Necmettin Acar, İsrail’in son dönemde benimsediği revizyonist stratejileri ve bölge ülkelerinin bu stratejilere karşı inşa edebileceği güvenlik mimarisini AA Analiz için kaleme aldı.

***

7 Ekim sonrasında cevabı en çok aranan soru, insanlık tarihinin tanık olduğu en vahşi soykırımı gerçekleştiren ve yıkıcı saldırılarını Orta Doğu geneline yayan İsrail’i kimin, nasıl durduracağı oldu. 

Son iki yılda bu soruya ABD’nin Netanyahu hükümeti üzerindeki yoğun baskısıyla İsrail’in frenlenebileceği, küresel sivil toplumun İsrail karşıtı konumlanışının etkili olacağı ve İsrail içindeki Netanyahu karşıtı gösterilere umut bağlanması gerektiği yönünde farklı yanıtlar verildi. Ancak bu baskı mekanizmalarının soykırımın üçüncü yılına girilirken Netanyahu’yu yer yer yavaşlatsa da İsrail’in Filistinlilere yönelik baskıyı anlamlı ölçüde hafifletmesine ve tüm bölgeye yaydığı yıkıcı saldırıları durdurmasına yetmediği ortaya çıktı. 

İsrail’in Gazze’deki soykırımı ve Orta Doğu’ya yaydığı yıkıcı saldırılar, 7 Ekim’den çok önce planlanmış ve Tel Aviv yönetimi, Aksa Tufanı’nı bölgesel ve küresel güç dengelerindeki değişimleri kendi lehine kullanmak için fırsata çevirmiştir. Dolayısıyla, "İsrail'i kim, nasıl durduracak?" sorusuna verilecek cevap "bölge güvenlik mimarisinde köklü bir revizyon" olmalıdır.

İsrail revizyonizmini mümkün kılan konjonktür

İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın ve tüm Orta Doğu bölgesine yaydığı yıkıcı saldırıların ayak sesleri, aslında 2010’lu yılların sonlarında duyulmaya başlanmıştı. Çünkü İsrail’in revizyonist ve maksimalist hedeflerini hayata geçirebilmesi için uygun uluslararası ve bölgesel koşullar bu dönemde somutlaştı. Bu dönemde İsrail lehine bir dizi gelişme yaşandı. 

İlk olarak Arap Baharı’nın başlamasıyla bölge devletlerini zayıflatan iç savaşlar, devlet kapasitesinde derin bir erozyon ve kronik istikrarsızlıkları daha görünür hale getirdi. Bu bağlamda Suriye iç savaşının yıkıcı etkileri, Mısır’daki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklarla birlikte tüm bölgeye yayılan sokak hareketleri, devletlerin kurumsal dayanıklılığını aşındıran ve bölge güvenlik mimarisini sarsan başlıca dinamikler olarak öne çıktı.

İkinci olarak, bölge genelinde kendisine bağlı vekil güçler ve silahlı milis ağları kurup politik-ideolojik nüfuzunu genişletme stratejisi İran’ı Arap başkentlerinde birincil tehdit konumuna taşıdı. Bu tehdit algısı etrafında oluşan güvenlik paradigması da Arap ülkelerini İsrail’le örtük ya da açık şekilde kurulan güvenlik işbirliklerine yöneltti.

Üçüncü olarak, Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan bölgesel istikrarsızlık, Mısır, Tunus ve Yemen gibi ülkelerde ABD yanlısı rejimlerin çözülmeye başlaması, Washington’ın bölgesel istikrarsızlığa karşı sigorta olarak İsrail’e verdiği askeri, diplomatik ve teknolojik desteği artırmasına yol açtı. İsrail, böylece bölgede ABD’nin en sadık ve kilit müttefiki pozisyonunu pekiştirmiş oldu.

Dördüncü olarak, uzun yıllar Filistin meselesini bölgesel ve küresel gündemin üst sıralarında tutan ve kamuoyu duyarlılığı oluşturulmasında öncü rol oynayan Müslüman Kardeşler hareketinin Arap Baharı sürecinde zayıflamaya başlaması, Filistin dosyasının bölgesel diplomasi gündeminde geri plana itilmesine yol açtı. Arap kamuoyunun Filistin meseline ilgisinin zayıflaması, Arap siyasi elitlerin İsrail’le normalleşme ve güvenlik işbirliği gibi başlıkları öne çıkarmasına uygun zemin hazırladı.

Son olarak, 2010’lu yılların ortalarında DEAŞ yapılanmasının ürettiği istikrarsızlık ortamı, uluslararası düzeyde “terörle mücadele” söyleminin genişleyerek sivilleşmesine ve asimetrik çatışmalarda devlet şiddetine daha fazla tolerans sağlayan güvenlik dilinin üretilmesine yol açtı.

Dolayısıyla İsrail revizyonizmi, 7 Ekim olaylarıyla bağlantılı, ondan türeyen bir olgu değil çok daha önce tasarlanmış, 2010’ların sonlarında olgunlaşmış bir stratejik yönelimdir. Bu stratejik yönelimin şifreleri, bölgede oluşan güç ve güvenlik boşlukları ile uluslararası arenada İsrail lehine yaşanan gelişmelerde saklıdır.

Caydırıcılığı kurumsallaştırmak: Türkiye liderliğinde yeni güvenlik mimarisi

Sayılan gerekçeler, İsrail’in ancak caydırıcı bir güç dengesiyle sınırlandırılabileceğini, bu dengenin de bölge güvenlik mimarisinde köklü bir revizyonla tesis edilmesinin bir tercih değil zorunluluk olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde mevcut yapı, İsrail’in revizyonist stratejisini periyodik "kriz fırsatları” üzerinden yeniden üretmesine imkan tanımayı sürdürecektir.

Bölge güvenlik mimarisinde İsrail’i durdurabilecek koşulların oluşumu için iki yol bulunuyor.

Birincisi, mevcut koşulların sürmesine izin verip bölge devletlerinin zamanla İsrail’i dengeleyecek kapasiteye ulaşmasını beklemek. Bu senaryoda her devletin kendi iç kapasitesini maksimize ederek İsrail’e karşı birbirinden bağımsız denge mekanizmaları üretmesi umulur. Ancak İsrail’in, bölgedeki hiçbir ülkenin ekonomik kalkınmasına ve askeri güç biriktirmesine müsaade etmeyen, kurumsallaşmış aşırı saldırgan doktrini bu yaklaşımın işlevselliğini zayıflatıyor. Önceden her 3-5 yılda bir Gazze’ye yönelik “çim biçme” operasyonlarıyla sınırlı kalan İsrail şiddeti, bugün Filistin’in ötesine taşmış durumda. İran, Suriye, Irak ve Yemen, uzun süredir İsrail’in periyodik “çim biçme” operasyonlarına maruz kalıyor. Bu tablo, pasif ve beklemeye dayalı güç biriktirme stratejisinin tek başına yeterli olmayacağını gösteriyor.

İsrail’i durdurmaya yönelik ikinci yol, bölge güvenlik mimarisinde radikal dönüşüm gerçekleştirmektir. Bu yaklaşım, askeri-endüstriyel kapasiteye ve çatışma tecrübesine sahip bölgenin güçlü ülkeleri Türkiye, Pakistan ve Mısır arasında askeri paktın kurulmasını, bu pakta hem finansal destek sağlayacak hem de paktın ideolojik meşruiyetini güçlendirecek Suudi Arabistan’ın katılımıyla bölge güvenlik mimarisinin inşasını öngörür. Bu tür bir güvenlik mimarisi, caydırıcılığı artırarak İsrail’in bölgesel eylem alanını sınırlayabilir.

Ancak böyle bir paktın kurulmasının önünde ciddi engeller bulunuyor. Öncelikle, adı geçen ülkelerin tehdit algıları arasındaki köklü farklılıklar, bu tür bir askeri oluşumu zorlaştıracaktır. Bu ülkelerin çıkar ve tehdit algıları arasında bir uyumun ortaya çıkması, kurulması muhtemel askeri pakt için olmazsa olmaz koşuldur. Dolayısıyla, bu ülkelerin İsrail’i aynı düzeyde bir tehdit olarak görmemesi, aşılması gereken temel sorun olarak önümüzde duruyor. Bölgesel askeri pakta katılması beklenen ülkelere tek tek baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Böyle bir askeri paktı kurup liderlik edebilecek en uygun ülke Türkiye’dir. Türkiye, geçmişte Sadabat ve Bağdat Paktları gibi bölge güvenlik örgütlerinde oynadığı öncü roller, bölge ülkeleriyle sahip olduğu tarihsel-kültürel bağlar, siyasal elitlerin ve toplumun Filistin meselesine yüksek duyarlılığı, özellikle de askeri-endüstriyel kapasitesiyle ekonomik gücü sayesinde bu sorumluluğu üstlenebilecek yegane aktör olarak öne çıkıyor.

Bununla birlikte, Türkiye’nin böyle bir pakta liderlik etmesinin önünde bazı engeller bulunuyor. NATO üyeliği ve Batı ile köklü işbirlikleri, Ankara’nın Orta Doğu’da güvenlik taahhüdü üstlenmesini güçleştirebilir. Son yıllarda ekonomik kalkınmaya odaklanan Türkiye için bölge güvenlik mimarisinde üstlenilecek yeni rollerin büyüme hedefleri üzerinde ekonomik baskı yaratma riski bulunuyor. Böyle bir paktın inşası, Türkiye-İsrail ve dolayısıyla Türkiye-Batı ilişkilerinde yeni gerilimlere kapı aralayabilir.

Öte yandan Türkiye’nin, uzun süredir dış politikada stratejik özerklik arayışını sürdürdüğü de bir gerçek. Türkiye, son dönemde Batı dışı güvenlik ve ekonomik platformlarıyla işbirliğini artırma yönünde daha istikrarlı bir eğilim içerisinde. Bu durum, olası bölgesel güvenlik paktına yapacağı liderlik kapasitesini hem siyasi hem kurumsal açıdan güçlendiren bir zemin sunuyor.

Kurulması muhtemel paktın ikinci önemli aktörü olan Pakistan’ın Hindistan’la yürüttüğü varoluşsal jeopolitik rekabet, ülkenin Orta Doğu siyasetine odaklanmasını güçleştiriyor. Orta Doğu güvenlik mimarisinde yeni roller üstlenmek, Pakistan’ın Hindistan karşısındaki konumunu zayıflatma riski taşıyabilir. Bununla birlikte, Pakistan ile bölge ülkeleri arasında kurulacak güçlü askeri işbirliği, İslamabad’a Hindistan’a karşı daha geniş manevra alanı sağlayarak stratejik esnekliğini artıracaktır.

Bu ülkeler arasında İsrail tehdidini en acil biçimde hisseden aktörün Mısır olması, onu böyle bir askeri pakta en istekli taraf haline getirecektir. Ancak Mısır’ın böyle bir askeri pakta katılımının önünde bazı engeller bulunuyor. Kahire, zayıf ekonomik koşullarını iyileştirmek için bu yapıyı bir fırsat olarak değerlendirmek isteyecektir. Kahire, Sudan, Libya ve Etiyopya gibi Afrika’daki komşularıyla yürüttüğü rekabette bu paktı bir ağırlık merkezi olarak kullanma eğilimi sergileyebilir. Arap dünyasının geleneksel liderliği misyonunu taşıyan Mısır için Türkiye liderliğinde kurulacak askeri pakta katılım, ulusal onuru zedeleyici bir adım olarak algılanabilir. Bu hassasiyetler, Mısır’ın olası katılımını hem içeride hem de bölgesel düzlemde dikkatli denge yönetimi gerektiren bir meseleye dönüştürmektedir.

Böyle bir askeri pakta katılımı en zor görünen ülke Suudi Arabistan’dır. Batı ile uzun yıllara dayanan derin ekonomik ve güvenlik ilişkileri, görece zayıf askeri kapasitesinin böylesi bir pakt içinde “eriyebileceğine” dair kurumsal endişeleri ve İsrail’i doğrudan tehdit olarak algılamayan, İran tehdidine odaklanmış güvenlik doktrini, bölgesel askeri pakta Suudi katılımını zorlaştıracaktır. Bunlara ek olarak, kendisini İslam dünyasının doğal lideri olarak konumlandıran Suudi Arabistan için Türkiye liderliğinde bir pakta katılmak, imaj aşındırıcı görülebilir. Ayrıca, bu denli güçlü bölgesel işbirliğinin Suudi mali kaynaklarına komşu ülkelerin “göz koyacağı” yönünde algı üretebilir.

İsrail’in son yıllarda izlediği revizyonist ve maksimalist strateji, 2010’ların sonunda olgunlaşan bölgesel ve küresel konjonktür tarafından mümkün kılınmış, 7 Ekim ise bu stratejiye İsrail tarafından hız ve meşruiyet kazandıran fırsat penceresi olarak kullanılmıştır. Mevcut güvenlik mimarisi, İsrail’in periyodik “kriz fırsatları” üzerinden güç projeksiyonu yapmasını sınırlamakta yetersizdir. Dolayısıyla “İsrail’i kim, nasıl durduracak?” sorusunun gerçekçi yanıtı, caydırıcılığı kurumsallaştıran bölge güvenlik mimarisinin inşasında yatmaktadır.

Bu bağlamda, Türkiye’nin askeri-endüstriyel kapasitesi ve diplomatik ağlarıyla çekirdek liderlik üstlenebileceği, Pakistan ve Mısır’ın katılımıyla omurgası güçlendirilen, Suudi Arabistan’ın finansal-siyasi desteğiyle derinleşen bölgesel askeri pakt, İsrail’in periyodik “kriz fırsatları” üzerinden güç projeksiyonu yapmasını sınırlayabilecek yegane seçenek görünmektedir. Bu oluşumun önünde ciddi engellerin bulunduğu inkar edilemez ancak ufukta İsrail’i kesin biçimde durdurabilecek alternatif bir senaryo da görünmemektedir. Son dönemde Pakistan-Suudi Arabistan savunma anlaşmasına ilaveten Pakistan-Mısır ve Pakistan-Ürdün arasında süren askeri diyalog, bölge ülkelerinin İsrail tehdidine yönelik yaklaşımlarının ortaklaştığını göstermesi açısından önemlidir.

[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı'dır.]

AA

HAKKIMIZDA

ÇINAR FM, Gümülcine'den yayın yapan Batı Trakya Türk Azınlığı'nın tek dernek ve haber radyosudur.

Daha önce farklı bir isimle çalışan radyo 30 Nisan 2010'da ÇINAR Derneği tarafından satın alındı. Bu tarihten itibaren baştan sona yenilenerek, yepyeni ve farklı bir anlayışla ÇINAR FM olarak yayın hayatına devam etmektedir.

ÇINAR FM, Batı Trakya'da Müslüman Türk Azınlık mensupları tarafından kurulan ÇINAR Derneği'nin büyük fedakârlıklarla ve gönüllülük esasına göre yayın hayatını sürdürmeye çalışan bir KAMU hizmetidir. Derneğimize destek vererek sesimizin daha güçlü bir şekilde duyurulmasına katkıda bulunabilirsiniz.

Türkçe ve Yunanca haber bültenleri, haber ve tartışma programları yanısıra, eğitsel ve kültürel programlar da sunan radyo, bir haber, kültür ve bilgi radyosu olmaya yönelik gayretlerini sürdürmektedir. Uluslararası müzik de çalan ÇINAR FM, Batı Trakya Türk Azınlığı'nın ilk ve tek dernek/topluluk ve haber radyosu özelliğini taşımaktadır.

Hep birlikte daha güçlü daha sesli daha dinamik bir Çınar FM için elele. Bu radyo sizin, bu radyo hepimizin...

Çınar FM 91.8
© 2025 Çınar FM 91.8
KÜNYE
Çınar FM 91.8 - Haber radyosu
Sahibi: Çınar Derneği
Genel Sorumlu: Cengiz ÖMER
Yayın ve Reklam Koordinatörü: Necat AHMET
Adres: A. Manesi 5, Komitini 69100, GREECE
Tel: +30 25310 26001
E-posta: cinarfm91.8@gmail.com
ΤΑΥΤΟΤΗΤΑ
CINAR FM 91.8 - Ενημερωτικός Ραδιοφωνικός Σταθμός
Ιδιοκτησία: Σύλλογος "Ο Πλάτανος"
Νόμιμος Εκπρόσωπος - Διευθυντής: Ζενγκίς ΟΜΕΡ
Συντονιστής Προγραμμάτων και Διαφημίσεων: Νετζάτ ΑΧΜΕΤ
Διεύθυνση: Α. Μάνεση 5, Κομοτηνή 69100
Τηλ: +30 25310 26001
Ηλ. Διεύθυνση: cinarfm91.8@gmail.com